İngilizce Hikayeler - Türkçe Tercümeli

Başlatan Serdar102, Eyl 25, 2015, 08:29 ÖS

« önceki - sonraki »

Serdar102


SWALLOW AND SPARROW

Swallow and sparrow became close friends. They started walking around in together. Other swallows said nothing at the beginning about this circumstance. However, the things changed when the swallow started bringing the sparrow to its nest. Nest of the swallow was under the eaves of an empty wooden house and there were many nests of swallow next to it. Going there from and thereto made swallows disturbed.

Swallows held a meeting and they appointed a spokesman. This spokesman told about this circumstance with it in a suitable time and said it not to bring this sparrow to its nest.

Although the swallow showed some obstinacy, it finally was obliged to obey by this requirement. One night the sparrow suddenly wakened while it was sleeping. Tree on which it built up its nest among its branches was swinging. It flied away and had a look-see round the environment. Thereupon, it recognised that it was an earthquake.

Its close friend, the swallow, came to its mind. It arrived at its nest and it weakened its close friend. It said the swallow to weaken other swallows and the wooden house may be fallen onto the ground. The swallow fulfilled what it said. Once the last swallow flied away there, the wooden house was fallen onto the ground. Later, swallows set up new nests under eaves of another house and they did make no rejection for the sparrow to go from and to the nest of the swallow for the reason that they were owed their life to it.



KIRLANGIÇ İLE SERÇE

Kırlangıç ile serçe dost olmuşlar. Birlikte gezip dolaşmaya başlamışlar. Diğer kırlangıçlar önceleri bu duruma ses çıkarmamışlar. Fakat kırlangıç serçeyi yuvasına getirmeye başlayınca işler değişmiş. Kırlangıcın yuvası ahşap, boş bir evin saçak altındaymış ve burada pek çok kırlangıç yuvası varmış. Serçenin gelip gitmesi, kırlangıçları rahatsız etmiş.

Kırlangıçlar toplanıp bir sözcü seçmişler. Sözcü uygun bir zamanda kırlangıca konuyu açmış ve serçeyi yuvasına getirmemesini söylemiş.

Kırlangıç biraz direttiyse de sonunda genel isteğe boyun eğmek zorunda kalmış. Bir gece serçe yuvasında uyurken aniden uyanmış. Dalları arasına yuva kurduğu ağaç sallanıyormuş. Uçup çevreyi şöyle bir kolaçan etmiş. O zaman bunun bir yer sarsıntısı olduğunu anlamış.

Aklına dostu kırlangıç gelmiş. Kırlangıcın yuvasına gitmiş, onu uyandırmış. Kırlangıca diğer kırlangıçları uyandırmasını, ahşap evin sarsıntıdan yıkılabileceğini söylemiş. Kırlangıç söyleneni yapmış. Son kırlangıç da kaçınca ahşap ev yıkılmış. Daha sonra kırlangıçlar başka bir evin saçak altına yeni yuvalar yapmışlar ve yaşamlarını borçlu oldukları dost serçenin kırlangıcın yuvasına gelip gitmesine karşı çıkmamışlar.




POOR AHMET

Ahmet’s mother and father were poor. They were living in a small house with only one room. Since his father’s lungs were ill, he compulsorily retired. Ahmet finished primary school in difficulty by selling pretzel out of school time. Later by the help of his neighbour he started to work in a restaurant to do the washing up. Ahmet had taken the first step to realize his dreams. He had met the wonderful meals which he formerly used to see behind the restaurant windows. Now he had full three courses a day. He had kept Uncle Veli, who was cooking in the restaurant, observing. He would learn cooking from him and he would be a cook himself, too but Ahmet would work not in somebody else’s restaurant but in his own one.

Ahmet opened a restaurant in the city centre after he had done his military service. Because his meals were very delicious, the restaurant was full of customers. He was earning well. Sometimes poor people used to come to the restaurant and eat free meal.

The waiters working in the restaurant and the customers couldn’t find any sense of Ahmet’s going and leaving two plates of meals to an empty table during lunch times. How would they know that they were Ahmet’s present to his mother and father, whom the poverty had finished years ago? They also wouldn’t be able to hear that while putting the plates on the table Ahmet was murmuring “you aren’t going stay hungry any more from now on mummy and daddy. Have your meals and get yourself very full.”



FAKİR AHMET

Annesi, babası fakirdi Ahmet’in. Tek göz odalı bir gecekonduda oturuyorlardı. Babasının ciğerleri hasta olduğundan zorunlu emekliye ayrılmıştı. Ahmet okul olmadığı zamanlar simit satarak zorlukla ilkokulu bitirdi. Daha sonra komşusunun yardımıyla bir lokantaya bulaşıkçı olarak girdi. Ahmet hayalini gerçekleştirmek için ilk adımını atmıştı. Eskiden lokantaların camları arkasında gördüğü o güzelim yemeklere kavuşmuştu. Artık günde üç öğün karnı doyuyordu. Lokantada yemek pişiren Veli dayıyı göz hapsine almıştı. Ondan yemek yapmayı öğrenecek ve kendi de bir aşçı olacaktı ama Ahmet başkasının lokantasında değil kendi lokantasında görevini yerine getirecekti.

Ahmet askerden geldikten sonra şehrin mevki yerinde lokanta açtı. Yaptığı yemekler çok lezzetli olduğu için lokanta müşterilerle dolup taşıyordu. Kazancı yerindeydi. Ara sıra muhtaç insanlar lokantaya gelirdi ve bedava yemek yerlerdi.

Lokantada çalışan garsonlar ve müşteriler Ahmet’in öğle vakitleri boş bir masaya giderek masanın üstüne iki tabak yemek bırakmasına bir anlam veremezlerdi. Onlar ne bileceklerdi yıllar önce sefaletin bitirdiği anne ve babasına Ahmet’in armağanını. Hem onlar duyamazlardı ki, tabakları masanın üstüne bırakırken Ahmet’in “ Bundan sonra aç kalmayacaksınız anneciğim ve babacığım. Alın yemeklerinizi karnınızı bir güzel doyurun “ diye mırıldandığını.




RABBIT

There was a rabbit imagining itself like a lion. One day this rabbit convened all rabbits in the vicinity on a high hill and said them that it would frighten wolf, jackal, fox in the case they would pass through the rough path in the downstairs. Rabbits listened to it with no movement.

Ten minutes later, a wolf was passing through this path and it was suddenly surprised to see a rabbit shouting and running toward itself, and this circumstance caused it to frighten, and it urgently run away and disappeared there.


TAVŞAN

Tavşanın biri kendini aslan zannedermiş. Bir gün bu tavşan civardaki tavşanları yüksekçe bir tepeye toplayıp aşağıdaki patika yoldan kurt, çakal, tilki geçmesi halinde korkutup kaçıracağını söylemiş. Tavşanlar, onu sakin şekilde dinlemişler.

On dakika sonra bir kurt geçiyormuş ki, bir de ne görsün, bağırıp çağırarak üstüne doludizgin gelen tavşanı görünce ürkmüş ve son sürat oradan kaçmış.




FOX

There was a fox hanging wings on it and stealing hens from poultry-houses upper sides of which were uncovered. Once poultry-house owner recognised this circumstance, they covered upper-sides of them.

A fox never likes being hungry and remaining with no remedy. It learnt soil digging work from one mole and started entering into poultry-houses through underground. Poultry-house owners thought that mole was stealing the hens and always hoped to catch a mole.



TİLKİ

Tilkinin biri kanat takıp üstü açık kümeslerden tavuk çalarmış. Kümes sahipleri durumu fark edince kümeslerin üstünü kapatmışlar.

Tilki açlığı ve çaresizliği hiç sevmezmiş. Bir köstebekten toprak kazma işini öğrenip, yeraltından kümeslere girmeye başlamış. Kümes sahipleri tavukları çalanın köstebek olduğunu sanıp, hep bir köstebek yakalamayı ummuşlar.



JACKAL

One of the jackals found a rifle while it was walking in the jungle. It recognised there were two cartridge in the rifle, and it immediately started robberies. Animals in the jungle, properties of which were stolen and were under threat convened and they arrived before lion. The lion was informed about the circumstance and this made it very angry and thereafter, it followed the jackal around.

The lion seeing the jackal to walk some ahead has roared. The jackalpointed its gun at it when it saw that the lion was approaching, and immediately before opening fire, the lion frightened and started running away. Thereupon, the jackal run after the lion, too. Just then, a river appeared in front of them. Both of them swam and crossed the river. The lion run a while and then suddenly stopped running. The jackal stopped as well. The lion turned back and walked over the jackal.

The jackal realized that wet rifle did not open fire and thrown the rifle out and it crossed back the river. The lion followed the jackal. The lion chased the jackal for a long time in the jungle, and it hit a fiston it as soon as caught it. The jackal escaped with great difficulty its life from the lion. From then, no body has seen it in the surrounding.



ÇAKAL

Çakalın biri ormanda gezerken bir tüfek bulmuş. Bakmış tüfekte iki fişek var, hemen soygunlara başlamış. Malı çalınan, tehdit edilen orman hayvanları toplanıp aslanın huzuruna çıkmışlar. Durumu öğrenen aslan çok kızmış, çakalın peşine düşmüş.

Çakalı ilerde giderken gören aslan kükremiş. Çakal aslanın geldiğini görünce tüfeğini doğrultmuş, tam ateş edecekken aslan korkmuş, kaçmaya başlamış. Çakal da aslanı kovalamış. Derken, önlerine bir ırmak çıkmış. Ikisi de yüzerek karşıya geçmiş. Aslan biraz daha koşmuş, sonra aniden duruvermiş. Çakal da durmuş. Aslan geri dönüp çakalın üstüne yürümüş.

Çakal ıslanan tüfeğin ateş etmediğini görünce tüfeği atıp ırmaktan karşıya geçmiş. Aslan da peşinden gelmiş. Aslan çakalı ormanda uzun süre kovalamış, yetiştiği yerde vurmuş. Çakal güçbela canını kurtarmış. Bir daha onu oralarda gören olmamış.




                                                                                                                                         
THE CHAMPİON DUCK

There lived thousands of ducks around a lake. These ducks organized different competitions and competed gently and they awarded the ones who came first. Gadro was winning all the competitions which were organized for the last few years. He was coming first an all competitions such as swimming, diving, walking beautifully etc. many years ago while his friends were playing around; Gadro was training alone and was very ambitious about being the champion one day. He didn’t attend any of the competitions without being sure of himself and he came first in all the games that he attended.

Recently, Gadro started to say his friends that he was planning to migrate somewhere far away. In fact he wasn’t happy there. It was such a small place and he thought that the world was so big. His aim was to be famous all around the world. Being famous in that place was not enough for him. He wanted to be a world famous duck.

One day Gadro left his homeland without telling anyone. He was walking so fast and what is more he didn’t turn back to look at the places where he was born and grew up once more. As he was going away from his homeland that was by the lake he realized that a pain in his heart was growing bigger and bigger. Whenever he saw some animals on his way through the woods he immediately went near them but when he realized that those animals were behaving him as if he was an ordinary duck and they were laughing at him when he told them about some of his plans. So that he was really unhappy and desperate.

After a while Gadro realized that other animals were laughing at even the way he walked so his unhappiness grew more and more. He thought that they were a few stupid animals and he found it ridicules how they could dare to laugh at a champion duck that was really talented and could be a world famous sportsman one day.

He was known by thousands of ducks that lived by the lake and he was admired by them. What about those animals. None of them was famous and known by any other animals. They didn’t even know who or what they were. Was it possible for an animal that forgot its own name to remember Gadro, even if he was known by everyone? They were all poor, pitiable creatures.

For five years Gadro travelled and lived in lots of different places. And then he turned back to his homeland by the lake. He wasn’t walking around the lake any more as he did in the past and at nights he was training for swimming and diving in the lake. During the day he was watching the ducks that were swimming in the lake at the top of one of the hills around.

One day Gadro climbed on that hill again and to his amazement he saw that there were about forty or fifty ducks by the lake and five of them started competing in the lake. Rarely could he hear some of the ducks were applauding the competitors. Gadro thought they must be training. After a short time Gadro realized that an old duck was approaching him. He pulled down his hat on his eyes in order to be unknown by this old duck. After greeting Gadro the old duck sat next to him.

‘This year very few ducks are showing interest in competitions’ the old duck said. ‘As you see only five ducks are competing and hardly fifty ducks are watching and trying to courage them.’

Gadro was confused.

‘What did you say? Are they competing at the moment? I don’t believe it. I thought they were training!’ replied Gadro.

‘They are really racing my son. What is more this is the most important competition of the year. The duck which comes first in swimming will get the big prize. There used to be amazing competitions in this lake. This hill, those hills and the ones behind used to be full of spectators and hundreds of ducks used to attend the competitions which lasted for days and all the competitors tried to do their best. The ones that came first became perceptible in the competitions which were held on the next day and they used to get their awards while everybody was applauding them. After Gadro left here, the excitement of the competitions ended. If it goes on this way, in a few years time there will be nobody attending the races. It is really hard to find a duck to compete if there is no spectator.’ the old duck explained sadly.

Gadro was really touched while listening to the old duck and there were tears in his eyes. He pulled up his hat a bit to clean his tears. The old duck who had seen Gadro many times while he was competing and training around the lake realized that the duck sitting next to him was Gadro. He was the champion of all the games. It was unbelievable. Ha turned back to his homeland many years later. At first Gadro denied that he was the champion duck but in the end he confessed that he was because the old duck insisted on him a lot. Also he accepted to publicize his being back to other ducks.

The next day, thousands of ducks gathered by the lake. They were all waiting for Gadro so that he didn’t make them wait for too long. He came there and he started swimming in the lake with the old duck and he met all the ducks in the lake and greeted them, made some compliments and a short speech to the ducks.

Then he started coaching the young ducks that were getting ready for the next competitions. The did his best to make each of them good competitors. Hundreds of ducks started to attend the competitions again as it used to be in the past. Gadro entered the competitions as well. He was coming first in most of them and sometimes he let others to beat him because he wanted to courage the other young ducks and everybody knew that he was being beaten on purpose.

That year Gadro was twenty-four and he got really old. He could attend the short distance swimming competitions for the past few years. In his last competition although he had some problems at the beginning of the game he didn’t give up swimming. He came last. When the other ducks turned back after completing the race they saw Gadro. The champion duck was falling on his back as he tried to swim and he was struggling desperately. Other ducks were shocked and they knew that Gadro had done lots of things for them to be a champion. He coached them day and night. And their coach was in a difficult situation. They swam quickly back towards Gadro and they took him in their arms. He could hardly speak as he was nearly unconscious. He was saying that he had to finish the race. He managed to finish the race in the arms of other ducks while thousands of ducks were watching him silently.

Normally average life expectancy for a duck is about twenty five years but Gadro lived longer than that. He couldn’t compete any more but he was always there to support the other duck.


ŞAMPİYON ÖRDEK

Bir gölün çevresinde binlerce ördek yaşıyordu. Bu ördekler, çeşitli yarışmalar düzenlerler, centilmence mücadele ederler ve birinci gelenleri ödüllendirirlerdi. Son birkaç yıldır yapılan yarışmalarda birinciliği Gadro kazanıyordu. Yüzme yarışı olsun, dalma olsun, güzel yürüme yarışması olsun Gadro hep önde, hep birinciydi. Gadro, arkadaşları oyun oynarken tek başına antrenman yapmış, hırsla kendini büyük bir şampiyon olacağım diyerek yetiştirmişti. Birinci olamamak diye bir şeyi düşünemezdi. Zaten her şeyden emin olmadan yarışmalara katılmamış ve girdiği ilk yarışmadan zaferle çıkmıştı.

Gadro, son günlerde arkadaşlarına yakında buralardan gideceğini söylemeye başladı. Zaten burada sıkışıp kalmıştı. Dünya bu kadar küçük değildi. Çekip gitmeli dünyaya Gadro’yu tanıtmalıydı. Gadro, bir gün ansızın çekip gitti. Hızlı adımlarla yürüyüp giderken, dönüp arkasına bakmadı. Gadro, gölden uzaklaştıkça kalbini kemirmeye başlayan huzursuzluğun gitgide büyümekte olduğunu fark etti. Ne zaman birkaç orman hayvanını bir arada görüp yanlarına gitmeye kalksa huzursuzluğu çoğalıyordu. Çünkü onlar Gadro’ya sıradan biriymiş gibi davranıyorlar, bazı konularda ileri sürdüğü fikirlere gülüp geçiyorlardı.

Gadro, bir süre sonra yürüyüşünün bile gülümsemelere neden olduğunu görünce canı iyiden iyiye sıkılmaya başladı. Bunlar da kimdi böyle? Kim oluyorlardı da onun çapında birine gülüyorlardı? O, koskoca bir şampiyondu. Göl kıyısında yaşayan binlerce ördek arasında adı bir ilah gibi anılıyordu. Ya bunları kim tanıyordu? Daha birbirlerini tanımak değil, kendi kendilerini bile tanımıyordu bunlar. Kendi adını unutmuş biri, Gadro’nun namını işitmiş olsa bile, şimdi hatırlamasına olanak var mıydı? Zavallıydı bunlar, hepsi zavallıydı.

Gadro, pek çok yeri gezip dolaştıktan tam beş yıl sonra göl kıyısına geri döndü. Artık eskisi gibi göl kıyısında dolaşmıyor, geceleri gölde yüzme, dalma antrenmanları yapıyor, gündüzleri ise, gölü rahatça görebileceği bir tepeye çıkarak, gölde yüzen ördekleri seyrediyordu. Gadro, bir gün yine bu tepeye çıkmıştı. Biraz sonra kırk elli ördeğin göl kıyısına gelerek, bunlardan ayrılan beş ördeğin göle girip birbirleriyle yarıştıklarını gördü. Arada bir, tek tük alkış sesleri duyuluyordu. Herhalde antrenman yapıyorlar, diye düşündü, Gadro. Aradan biraz zaman geçtikten sonra yaşlı bir ördeğin gelmekte olduğunu gören Gadro, tanınmaması için giydiği şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirdi. Yaşlı ördek, selam verdikten sonra, Gadro’nun yanına oturdu:

“ Yarışmalara bu yıl da ilgi pek az..” dedi. “ Baksana beş ördek yarışıyor, taş çatlasa elli ördek onları alkışlayıp gayrete getirmeye çalışıyor. “

Gadro şaşırmıştı:

“ Ne dediniz?..Bunlar yarışıyorlar mı şimdi?..Hayret, ben antrenman yaptıklarını sanmıştım!.”

Bunun üzerine yaşlı ördek:

“ Yarışıyorlar evlat, yarışıyorlar. “ dedi. “ Hem bu yarışma yılın en büyük yarışması. Büyük ödülü bu yarışı birinci bitirecek uzun mesafe yüzücüsü ördek kazanacak. Eskiden bu gölde ne yarışmalar yapılırdı. Bu tepe, şu yandaki tepeler, şu gerideki tepeler, tıklım tıklım dolardı. Her yarışmaya yüzlerce ördek katılırdı. Yarışmalar, büyük bir çekişme içinde günlerce devam ederdi. Son gün yapılan final yarışmalarıyla birinciler belli olur, alkışlar arasında ödüllerini alırlardı. Ne zaman ki, O, buralardan gitti, yarışmalardaki tüm heyecan bitti. Böyle giderse birkaç yıla kalmaz, yarışacak sporcu bulunmaz. Seyirci olmayınca yarışacak sporcu bulmak zor oluyor, evlat. “

Gadro, tanımasın diye yaşlı ördeğin yüzüne bakmıyordu. Yaşlı ördek sözlerini tamamlayınca, Gadro, tanınma korkusunu unutarak başını çevirirken şöyle konuştu:

“ O gittikten sonra yarışmalardaki tüm heyecan bitti dediniz. O dediğiniz kimdi ki? “

“ Bana bu soruyu sormakta yerden göğe kadar hakkın var, evlat. “dedi yaşlı ördek.“ Zaten sen sormasan da, ben onun adını söyleyecektim. Senin yabancı olduğun, çok uzaklardan buralara geldiğin belli. Yoksa kimden söz ettiğimi anlardın. O, dediğim Gadro’ydu, evlat. Gadro, büyük bir şampiyondu. İlk girdiği yarışmadan son girdiği yarışa kadar hep birinci oldu. Herkes, Gadro’yu seyretmeye gelirdi. Binlerce seyircinin yaptığı tezahürat korkunç olurdu. O yarışırken dağ-taş ( Gadro…Gadro…) diye inlerdi. Gadro gideli beş yıl oldu ama, onu bir türlü unutamadık. Aradan bunca zaman geçmesine karşın birkaçımız nerede bir araya gelsek hemen Gadro’dan bahsetmeye başlarız. Gadro başkaydı canım, Gadro bambaşkaydı. “

Yaşlı ördek sözlerini tamamlarken Gadro duygulanmış ve göz pınarlarında biriken yaşları silmek için şapkasını biraz yukarıya kaldırmıştı. Kendisini yarışırken ve göl çevresinde gezerken pek çok defa gören yaşlı ördek karşısındakinin kim olduğunu anlamıştı. Bu, büyük şampiyon Gadro’ydu. İnanılır gibi değildi. Demek Gadro yıllar sonra geri dönmüştü. İlk anlarda inkar etmesine, Gadro olmadığını söylemesine karşın, yaşlı ördeğin uzun süren ısrarlarına dayanamayan Gadro, sonunda geri döndüğünün herkes tarafından bilinmesine razı oldu.

Ertesi gün gölde binlerce ördek toplanmıştı. Hepsi, büyük bir sabırsızlıkla Gadro’yu bekliyordu. Gadro, onları fazla bekletmedi, geldi, göle girdi, yanında yaşlı ördek olduğu halde, ördeklerle tanıştı, hal hatır sordu, iltifatlar etti, onlarla kısa süren konuşmalar yaptı, gönüllerini aldı. Daha sonra düzenlenen yarışmaya kadar Gadro, genç ördeklere gölde antrenman yaptırdı. Onların iyi birer yarışmacı olmaları için sonsuz gayret gösterdi. Düzenlenen her yarışmaya Gadro da katılıyordu. Eskiden olduğu gibi, yine her yarışmaya yüzlerce ördek katılıyor, yine yarışmaları binlerce ördek seyrediyor, yine dağ-taş ( Gadro…Gadro...) diye inliyordu. Gadro yarışmalarda birincilikler alıyordu fakat bazı final yarışmalarında Gadro’nun geçildiği görülüyordu ve bunu Gadro’nun yeni şampiyonlar ortaya çıkması için yaptığını herkes biliyordu.

Gadro, yirmi dört yaşına girmiş ve iyice yaşlanmıştı. Birkaç yıldır sadece kısa mesafeli yüzme yarışlarına katılıyordu. Son yarışında ilk metrelerde fenalık geçirmesine karşın, yarışı bırakmadı. En geride kalmıştı. Diğer ördekler yarışı tamamlayıp geriye dönüp baktıklarında Gadro’yu gördüler. Efsanevi şampiyon Gadro, ileri doğru yüzmeye çalıştıkça sırtüstü düşüyor, kendini kaybetmiş bir halde debelenip duruyordu. Yarışmacıların hepsinin üstünde Gadro’nun emeği vardı.O, gece gündüz demeden kendilerini bu yarışa hazırlamıştı. Hoca zor durumdaydı. Yardım etmeliydi. Yarışmacı ördekler, bir çırpıda Gadro’nun yanına gelip, onu kucakladılar. Yarı baygın durumdaki Gadro mırıldanıyordu.“Yarışı bitirmem lazım çocuklar, yarışı bitirmem lazım…” Gadro, binlerce ördeğin derin bir sessizlik içinde ayakta izlediği son yarışını diğer yarışmacıların kolları arasında bitirmeyi başardı.

Normalde bir ördeğin ortalama yaşam süresi yirmi beş yıldı. Fakat Gadro daha uzun yıllar yaşadı. Yarışmalarda yarışamasa bile yarışmalar yapılırken Gadro hep oradaydı.


SON

Serdar102


Serdar102




THE KİNG WHO İS İNTERESTED İN ASTRONOMY

Many years ago there was a king who was interested in astronomy. He spent most of his time in the observatory which was built near his palace. He wanted to have all the books that were written about the sky, stars, space and astronomy so far and all the maps drown about them in his library. He invited astrologists and astronomers from other countries to his palace and took a share in their discussions about the evolution stages of the world until that time, the adventures of mankind on earth, whether there was an intelligent life on other planets or not and they tried to find out the answers of such kind of subjects.

One day he heard that a Persian man who was called Ebu Salip Efendi invented a kind of telescope and thanks to it he had discovered lots of new stars. The king called for his vizier by his side and said to him ‘I want to know what the new discovered stars look like and every detail about them. I want an ambassador to go to Persia and I want him to invite Ebu Salip Efendi to my palace as my guest’.

After many days and weeks Ebu Salip Efendi who thought the conditions which were written on the letter which was sent to him by the king with the ambassador were favourable, got permission from the Persian shah and set off his journey to the palace. The king welcomed his guest at the entrance of his palace. Then they started talking about the stars which were discovered by his guest and as they continued their conversation the king became more and more curious about the things which his guest was telling him. When the king heard that his name was given to the biggest star which was discovered by Ebu Salip in his honour, he became very excited and was really delighted that he wanted his guest to make a similar telescope for him as soon as possible. The next day they went to the observatory which was next to the palace. Ebu Salip Efendi told the king that the equipments they had were not qualified and the observatory was not big enough for the telescope. He wanted permission to build a bigger observatory from the king. After getting permission, he started the building of the new observatory on a slope of a mountain which was far away from the palace and moved to a village near it.

It took so long to build the observatory and so much money was spent on it that there was no money left in the state treasury. As a result of this, the king wanted his taxmen to collect the taxes belonging to four or five years’ later from the people who lived in that country. Unfortunately the people had lots of difficulties because they had given all their money for the building of the observatory so that they were desperate. And they started fighting with the taxmen but the king could not understand that he was mistaken so that he did not care about the people who tried to advise him of his mistake. He could not realize his false step because of his curiosity about the newly discovered stars and the biggest star which his name was given to. He could not think of anything accept them. He started listening to the meetings which were held in the palace about the stars, space and astronomy much more carefully and Ebu Salip Efendi sometimes attended those meetings.

One day in summer the king and his two men changed their clothes and wore ordinary clothes which were worn by merchants in his kingdom and went to the village where Ebu Salip started living. The owner of the village was a kind hearted, honest and brave man. He was about thirty years old. He invited the king and his two men to his house. They ate different kinds of meals and drank some buttermilk and after that they started talking about ordinary daily things and then the conversation turned to stars and space. The king who was dressed up like a merchant started talking about the first man on the earth and ended up his speech by giving information about all the secrets of earth. He said that the space was infinite and there were countless planets and stars in it and he added that owing to the new observatory which was being built thanks to the great king and the telescope which was really reformed lots of unknown planets and stars were going to be discovered. In addition he said that humanity owed thanks to the king.

The owner of the village who was listening to the king who was dressed up like a merchant quietly and then he said ‘Why should the humanity owe him thanks? We must think about where the money which is spent for the building of the observatory comes from. It is not fair to get lots of taxes from the people who are hard up and it is not legal and this is cruelty. When new stars are discovered will it be useful for the poor? Will they eat the new discovered stars to get rid of their hunger? And everybody knows that Ebu Salip spends one tenth of the money for the building and buys lots of birds with the remaining of it’.

These words were so irritating that when the king heard them he stood up with anger. When his men saw him standing up they stood up as well holding their swords and taking them out of their spear carriers as well. They were ready to attack the owner of the village because it was obligatory to kill this indiscreet and rude man. The man’s speech affected the king deeply that’s why the white part of his eyes disappeared because of hatred and anger.

After he got rid of the shock he cries out to the man, ‘How dare you speak about the king this way? It is the duty of every citizen to pay tax for his country. If everybody says I don’t care who will find out the secrets of the universe?’

The owner of the village who was sitting on a cushion answered back:

‘Everybody should pay tax in accordance with their income. It is not fair to get this much tax from those poor people and they gave all their money in tax. Ok! I know that the people who try to find out the secrets of the universe serve mankind a lot but they can not get the results of their discoveries in less than two years time. As the scientific researches and technical achievements progressed, those secrets will be discovered day by day. May be centuries are required for this. I mean more time is needed for it’.

The things he said were very logical so that the king became so silent and calmed down. Then he asked if one tenth of the money was being spent for the observatory how could the remaining be spent on birds.

The owner of the village replied, ‘On the last day of each month lots of gunny bags full of birds are being sent the Persian shah. The king could not speak any more. He greeted the owner of the village with his head and went out. He and his men hopped on their horses and set off speedily to the capital city. They learned that everything which was claimed by the owner of the village was true. Thanks to the plan which was made cleverly by the king, on the last day of the month they found out bags full of gold which was prepared to be sent to the Persian shah. All the criminals were captured. It was understood that Ebu Salip Efendi was a liar and he did not know how to make a telescope and anything about stars and that he had not discovered any stars and also all the things that he mentioned in the meeting were made up and memorized by him. Ebu Salip sold all his possessions in his country and gave all his money to the king in order to be forgiven by him. The king forgave him and let him survive in one condition. He was going to be followed by the king men until he died. All the money taken from Ebu Salip and gold coins which were found out the last day of the month were handed out to the people. They were so pleased.

The king and his men continued visiting the owner of the village and staying in his house dressed up like ordinary people. During these visitations neither the king who was dressed up like a merchant told the owner of the village that he was the king, nor the owner of the village told the king that he understood that he was the king at first sight. They swapped information all the time and the king stopped thinking about the planets and the stars. Moreover, he started taking care of his people.



GÖKBİLİMİNE MERAKLI PADİŞAH

Bundan yıllarca önce gökbilimine meraklı bir padişah yaşarmış. Vaktinin çoğunu sarayın yanına inşa ettirdiği gözlemevinde geçirirmiş. O zamana kadar gökyüzü, yıldızlar, uzay, astronomi hakkında yazılmış ne kadar kitap, çizilmiş ne kadar harita varsa bunları mutlaka kitaplığında bulundurmak istermiş. Başka ülkelerin müneccimlerini, astronomlarını sarayında toplar, aralarında yaptıkları tartışmalara kendisi de katılırmış. Dünyanın varoluşundan yaşadıkları zamana kadar geçirdiği evreler, insanın dünyadaki macerası, gezegenlerde hayat olup olmadığı gibi pek çok soruya cevap ararlarmış.

Günlerden bir gün, Acemistan sarayındaki Ebu Salip Efendinin bir çeşit teleskop icat ettiği ve bununla birçok yeni yıldız keşfettiği haberi duyulur. Padişah vezirini huzura çağırır:

- Bu yeni keşfedilen yıldızların biçimleri, durumları neymiş bilmek isteriz. Tez Acem sarayına elçi gitsin. Ebu Salip Efendi buyursun gelsin, misafirimiz olsun, diye emretmiş.

Aradan günler, haftalar geçmiş. Padişahın elçi aracılığıyla gönderdiği mektuptaki şartları olumlu bulan Ebu Salip Efendi, Acem Şahından izin almış, yola çıkmış. Gökbilimine meraklı padişah konuğunu sarayın kapısında karşılamış. Sarayda Ebu Salip Efendinin keşfettiği yıldızlar hakkında anlattıkları padişahı çok meraklandırmış. Yıldızların en büyüğüne kendi adının verildiğini duyan padişah, heyecandan yerinde duramaz olmuş. Bir an önce teleskopun bir eşini de burada yapmasını istemiş. Ertesi gün sarayın yanındaki gözlemevine gitmişler. Ebu Salip Efendi malzemeleri yetersiz, gözlemevini de küçük bulmuş. Daha büyük bir gözlemevi yaptırmak istemiş. Padişahtan gerekli izni alan Ebu Salip Efendi saraydan oldukça uzakta bulunan bir dağın yamacında yeni gözlemevinin inşaatını başlatmış. Kendisi de yakındaki bir köye yerleşmiş.

Gözlemevinin yapımı aylarca sürmüş. Harcanan para tahminlerin çok üstüne çıkmış. Devlet hazinesinde para kalmamış. Padişah halkından dört beş sene sonrasının vergilerini istemeye başlamış. Halk büyük sıkıntılar içinde kalmış. Ellerindeki avuçlarındaki son kuruşlarını gözlemevinin yapımı için veren halk çaresizlik içine düşmüş. Vergi tahsildarları ile aralarında çatışmalar çıkmış. Padişah gaflet uykusundan uyanamamış. Yapılan uyarıları umursamaz görünmüş. Yeni keşfedilen yıldızların ve adının verildiği büyük yıldızın saçmakta olduğu ışık gözlerini kamaştırmış. Sarayında yapılan ara sıra Ebu Salip Efendinin de katıldığı konusu uzay, yıldızlar, astronomi olan toplantıları daha bir can kulağı ile dinler olmuş.

Yaz günlerinden birinde, padişah iki adamı ile birlikte kıyafet değiştirerek bir köye gitmiş. Köyün sahibi; otuz yaşlarında, dürüst, iyi kalpli, mert bir adammış. Padişah ve iki adamını evine davet etmiş. Yemekler yenmiş, ayranlar içilmiş, koyu sohbet başlamış. Söz, sağdan soldan derken, dönmüş, dolaşmış, yıldızlara, uzaya gelmiş dayanmış. Tüccar kılığındaki padişah ilk insanın yeryüzünde görünmesinden tutmuş, dünyanın gizli kalmış bütün sırlarını anlatmış. Uzayın sonsuz bir boşluk olduğunu, bu sonsuz boşlukta sayılamayacak kadar gezegen ve yıldızın bulunduğunu söylemiş. Yüce padişahın yaptırmakta olduğu gözlemevi ve son derece geliştirilmiş teleskop sayesinde adı sanı bilinmeyen pek çok gezegen ve yıldızın keşfedileceğinden bahsetmiş. Padişahlarına insanlığın şükran borçlu olduğunu belirtmiş.

Tüccar kılığındaki padişahın anlattıklarını sessizce dinlemekte olan köyün sahibi:

- İnsanlık padişahımıza neden şükran borçlu olsun? Gözlemevinin yapımı için, teleskop yapımı için harcanan paralar nereden bulunuyor diye düşünmek gerekir. Zaten zar zor geçinen halktan alınan vergileri olabildiğince arttırmak, üstelik dört beş sene sonrasının vergilerini zorla almaya çalışmak hangi kanunda vardır? Bunun adı zorbalık değil de nedir? Fakir fukaranın karnı mı doyacak sanki yıldız keşfetmekle? Ebu Salip o toplanan paraların birini taşa, on birini kuşa çevirirmiş, demiş.

Bu sözler yenilir yutulur gibi değilmiş. Tüccar kılığındaki padişah, oturduğu yerden hırsla ayağa fırlamış. Yanındaki iki adamı da yerlerinden kalkmışlar, elleri kılıçlarında, kılıçları kınlarından yarı yarıya sıyrılmış vaziyette, tetikte beklemişler. Şu haddini bilmez bu pervasızlığının hesabını canıyla ödemeliymiş. Köyün sahibinin söyledikleri tüccar kılığındaki padişahın beyninde balyoz gibi patlamış. Gözlerinin beyazı kaybolmuş:

- Yüce padişah hakkında nasıl böyle konuşursun? Devlete vergi vermek vatandaşlık görevidir. Herkes bana ne derse uzayın sırlarını kim çözecek? demiş.

Köyün sahibi yer minderinde oturur vaziyette:

- Devlete vergi vermek, fakat kazancına göre. Bir devrin insanına bu kadar yüklenilmez. Eldeki avuçtaki son kuruşu almak günahtır. Tamam, uzayın sırlarının çözülmesi için uğraş verenler insanlığa büyük bir hizmet etmiş olurlar. Fakat bu çözüm birkaç yılda gerçekleşmez. Bilim ve fen ilerledikçe hepsi birer birer çözülecektir. Bunun için belki de yüzyıllar geçmesi gerektir. Zamana ihtiyaç vardır, demiş.

Köyün sahibinin sözleri mantığa son derece uygunmuş. Padişah durgunlaşmış:

- Toplanan paraların birisi gözlemevi için harcanıyorsa, on biri kuşa nasıl çevriliyor?

- Her ayın son günü çuvallar dolusu kuş arabalar içinde Acem Şahına gönderilirmiş.

Padişah başka söz söylememiş. Bir baş işaretiyle karşısındakini selamlayıp dışarıya çıkmış. İki adamıyla birlikte atlarına binmişler. Başkente doğru hızla uzaklaşmışlar. Köyün sahibinin iddia ettikleri doğru çıkar. Padişahın ustaca hazırlanmış planı sayesinde, ayın son günü, Acem Şahına gönderilmek istenen arabalar içinde çuvallar dolusu altın para ele geçirilmiş. Suçlular yakalanmış. Ebu Salip Efendinin büyük bir palavracı olduğu, teleskop yapımından anlamadığı, yıldız mıldız keşfetmediği ortaya çıkmış. Toplantılarda anlattıklarının hepsini ezberlemiş olduğu açıklanmış. Ebu Salip memleketindeki bütün malını mülkünü sattırarak ele geçen parayı padişaha vermiş. Böylelikle canı bağışlanmış. Fakat ömrünün sonuna kadar gözetim altında kalacakmış. Oldukça yüklü bir miktar olan bu paralar ile ayın son günü ele geçirilen altın paralar eski sahiplerine, yani halka geri verilmiş. Acılar hafifletilmiş..

Su gibi akıp gidenin adı zamanmış. Zaman içinde padişah ile iki adamı kıyafet değiştirerek sık sık köy ağasının evinde misafir kalmaya başlamışlar. Bu görüşmeler süresince ne tüccar kılığındaki padişah köy ağasına kendisinin padişah olduğunu söylemiş, ne de köy ağası tüccarın padişah olduğunu ilk günden beri bildiğini ona hissettirmiş. Yıllarca hemen her konuda bilgi alışverişinde bulunmuşlar. Köy ağasının daima halk için, halktan yana olan istek ve düşünceleri ön plana alınmış. Bu istek ve düşünceleri uygulamak genelde çok basitmiş. Gezegenleri ve yıldızları bir tarafa bırakan padişah sadece halkının mutluluğu için çalışmış.


SON 






EXPLORER SEHMUZ AND THE POOR KING

Explorer Şehmuz arrived in the country of poor people as he ventured around. He became more and more surprised as he walked around in the country because he couldn’t understand why they were so poor. Their clothes were very old and torn and some of them were wearing wooden sandals and some of them didn’t have even those sandals and they were walking around barefooted. All the houses in the villages, towns and cities were wooden and they all had only one floor. The fields were in certain places and these places were very small compared to the largeness of the country. He went to the capital of that country. He asked for where the king’s palace was. They said it was not very far away and it was in the middle of the woods. He dismounted from his horse near the woods. He walked through the woods the trees and after a while he ended up a flat place. He looked around and could see nothing except for a two storeyed wooden house. There were about five or six people digging the ground around that wooden house with pickaxes in order to plant something. He went closer to these people:

‘ Excuse me, misters! I was told that the King’s palace was somewhere around here, but I couldn’t find it. I wonder if I am looking for it in the wrong place.’ he said.

‘ You are in the right place sir. This is the palace of our king.’ said one of the man as he pointed to the wooden house.

Explorer Şehmuz was so shocked that he couldn’t speak for a while what is more he couldn’t believe his ears and eyes. How come the King of such a big country would live in an old building like this. He couldn’t believe it. It was so strange and ridiculous. Then he started to feel dizzy and his eyes closed. Then he fell down because he lost his consciousness. When he was conscious again he held his head between his hands and started to think about the reasons of this situation.

‘ How come I couldn’t predict that living in this old house is normal for the king who controls a very poor country and as everybody is starving to death in this country ,the king can be poor, too. I have seen so many places and I have met so many people and now I understand that experience doesn’t always work.’ he thought. Then he decided to visit the king and see how poor he was.

‘ I am OK!. There is nothing wrong. I am so tired so that I felt dizzy. I want to talk to your king. Tell him Explorer Şehmuz wants to visit him.’ he told the people who gathered around him. One of them went to inform the king about Şehmuz’s visit.

Then explorer Şehmuz went into the King’s room. Middle aged king welcomed him standing and smiling.

‘ Welcome! I am pleased to meet you. So you are Explorer Şehmuz. I have been listening carefully to the things told about you for years. You bring happiness and fruitfullness to the places you visit. Your knowledge, speech and chats were really convincing that people have never got bored and wanted to learn more from you. I thought you were older, but you are too young.’ said the king.

‘ Thank you my dear king. It is my pleasure to meet you. I hope God bless you and all your people. I first started visiting different places when I was fifteen and it has been more than fifteen years that I have been visiting different countries. I explore around and learn new things. I teach the things that I learned to the people who don’t know them and who are in need of learning. I am a kind of social worker for people who want to learn something.’ said Şehmuz.

‘You are right Şehmuz. The importance of knowledge is not known in some places where there are not any people to teach something and in those places people are illiterate. Anyway , you must be tired. Come this way. I think you should sit and relax.’ said the king and gave him a wooden chair to sit and he sat on another one.

‘ I think you had seen many of the villages and towns of my country until you came to my palace so that you must have realized that my people are so poor and in our towns there aren’t any merchants coming from other countries to sell something to my people as they live in poverty. Besides, most of our lands are unfruitful that is why my people can’t find enough food to eat so new clothes or shoes are luxury for them. We have tried to grow different kinds of fruit, vegetables or crops in those fields which are not farmed and empty at the moment but the result was misery.’ continued the king to his speech.

‘ My dear king, most of your lands have clayey soil. This kind of soil does not let air or water go under the soil. So that vecetables or crops whatever that are planted to this kind of soil can’t get oxigen and when it rains water can not reach the roots of them. If there is no oxigen and water plants can not live. The rest of your lands which is a very small amount has sandy soil which is suitable to grow some kind of vegetables and fruit but the amount of sand is a bit high in this kind of soil. We should mix clayey soil and sandy soil in some convenient places. If the mixture is supported with fertilizer it becomes soil with humus which is the most fruitful soil. You can get a lot of crops, vegetables and fruit. What is more you can make some artificial ponds and grow different kinds of fish so that you can supply meat and protein for your people who need it. In the future you can have more products than you need so you can sell them to neighbour countries and make money.’ explained Şehmuz.

The king was listening to what Şehmuz was saying carefully.

‘ It is enough if we can find enough food to eat. Making money is not very important for me at the moment because my people are dying of hunger. My first aim is to find them enough food. You are telling me very interesting and important things and I have never heard of them before. What you suggest us to do is a great thing. I did not know that there were such methods for agriculture. We shouldn’t waste time. I want some representatives from all the cities, towns and villages in my country to come to my palace. I want them to learn what to do and I also want them to teach the things they learned to all the people in their cities or villages. I am starting an agriculture campaign in my country.’ the king said happily.

It was just the right season and time to plant and grow some crops and vegetables so that Şehmuz’s being there was a big chance for the people who lived there. He told them what they were going to do in details and and taught them how to do it and they went back to their hometowns and taught the people who lived there. For days and weeks they carried sandy soil to the clayey lands in their cars. They mixed those soils and the new fields were planted with seeds. Water canals were opened in order to water those new fields. Also the rains in Autumn helped to water the fields. Next some artificial ponds were made in suitable places and some fish were started to be grown there. After a while crops and vegetables started to sprout in those fields. Everybody was so happy. They picked up the vegetables and fruit. All the warehouses were full of products. All the animals in the country started to graze in the hayfields. In the past those animals used to be really thin but now they got fatter and fatter as they had lots to eat.

Next year the lands where crops were grown were extended. The people who had enough food to eat continued working hard and ambitiously. They exchanged their extra products with clothes and shoes which were brought from different countries. Merchants who had never heard of that country before started to come to the country. Trade started with other countries.

The other year they had much more product. The people who had enough clothes and shoes sold their products in order to have new houses which were made of stone and had two or three storeys. The king also had a big palace which was built opposite the old wooden one and moved there. He didn’t have his old palace fell down as Şehmuz requested from him. A big signboard was hung on the door of the palace and these words of Explorer Şehmuz were written on it.

‘There is absence. Existence is in absence. The important thing is to pulloff absence out of existance. Absence is only one. One absence can’t be two absences. If existence seperates from absence it multiplies. It becomes two, three,five... absence prevents the improvement of existence, incarcerates it. Existence exists in the absence of absent and becomes a being.

Explorer Şehmuz wanted permission from the king to leave the country as saying he has been in this city for three years, he will feel himself happy and fortunate , and by the help of learning , examining , searching and working without looking for advantage will develop the countries. The king and his people did not insist on this precious man whom they owed their everything, who annihilated the poverty. They know that he is an explorer. There would be some other people who would need help and learning. Yes....... A king was crying.


GEZGİN ŞEHMUZ İLE FAKİR PADİŞAH

Gezgin Şehmuz geze geze yoklar, yoksulluklar ülkesine varmış. Gezdikçe, insanların nasıl bu kadar yoksul olduklarına şaşırıp kalmış. Giydikleri elbiseler eski, yamalı, yırtık pırtıkmış. Ayaklarında ise, birer tahta çarık, yalınayak dolaşanlar bile varmış. Köyler, kasabalar ve şehirlerdeki evler tek katlı, ahşap yapılarmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler belirli yerlerde bulunuyor, fakat ülkenin genişliğine oranla az yer kaplıyormuş. Başkente gitmiş. Padişahın sarayının nerede olduğunu sormuş. İlerde, ağaçlar arasında demişler. Ağaçlığın kenarında atından inmiş.Ağaçların arasından yürümüş, sonunda yolu geniş bir düzlüğe çıkmış. Bakınmış ortada iki katlı ahşap bir evden başka bina görememiş. Ahşap binanın çevresinde beş altı kişi, ellerinde kazmalarla toprağı kazıyorlar, ekim - dikim işiyle uğraşıyorlarmış. Yanlarına yaklaşmış:

“ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş.

“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş.

Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer?..Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş,bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış.Neyse, kalk bakalım, Şehmuz.Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘ Etrafında toplananlara:

“ Yok bir şeyim.Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim.Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş.Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar.İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş.

Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek:

“ Hoş geldin!..Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim.Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin.Bilgine,sözüne,sohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “

“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “

“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak..” diyerek padişah,
Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş.

“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı
düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır…”

“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten.Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat, kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “

Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah:

“Aman be Şehmuz,yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın.Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş.

Ekim-dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim-dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler.

Ertesi yıl, tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış.

Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış.

“ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur…Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “

Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra, padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş.

SON

Serdar102