Artık Anladım

Başlatan ÇaNaK, Mar 25, 2008, 06:28 ÖS

« önceki - sonraki »

çαηαк

Artık anladım... Ya ben bu dünyaya fazla geliyorum, ya da bu dünya bana fazla geliyor...



Yine de biliyorum, her ikisi de aynı kapıya çıkıyor ve ortada kalan yalnızca benliğim oluyor.



Eğer bu dünya bana fazla geliyorsa, suçu dünyada değil, dünyalılarda aramak lazım diyorum.



Dünyalılar, yani insancıklar...benden olmayanlar dediğim varlıklar; onların bitmek bilmez hırsları, yerli yersiz yarattıkları soğuk savaşlar, en olmadık zamanda büründükleri umutsuzluklar, bu sonsuz çıkar ilişkileri, sevgi eksikliği ve tatmin olmak için yapılabilecek her türlü çirkeflik, riyakarlık ve yalanlar...



Bu kavramların olduğu bir dünyadayım ve geçte olsa anlıyorum ki, buraya ait değilim, burada olmamalıyım...



O zaman bu dünya fazla bana, ya da, dediğim gibi, aynı sonuca varırsam, ben bu dünyaya fazlayım.



Yaşamım eksiklikler, yoksunluklarla geçti ve ilk defa bir şeylerin fazlalığından huzursuz oluyorum.



Bu narsistlik değil, bencillik hiç değil...ama istediklerim bunlar değil...



Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ama derin düşünen bir şahıs, "bazı insanlar asla deliremezler, bu yüzden yaşamlarının sonuna kadar acı ve keder dolu bir hayat sürmeye mahkumdurlar!" diyor... Bu sözün beynime her damga vuruşunda, tarif edilmez bir heyecan ve istekle delirmek istiyorum.



Delirmek...



Erasmus, deliren bir insanın herkesten daha çok şey başarabileceğine inanmış ve bunu kanıtlayacak belgeler yazmakla harcamıştır ömrünü...



İnsanların karşılıklı çıkarları üzerine kurulan bir dünyanın o tanıdık, gerçek ve bir o kadar da acı olan düzenini şu şekilde özetler "Deliliğe Övgü" adlı kitabında:



"Hayatta hoş olan ya da sürekli olan hiçbir bağlılık göremezsiniz. Hükümdar uyruklarını, uşak efendisini, öğrenci eğitmenini, dost dostunu, koca karısını, ev sahibi misafirini, arkadaş arkadaşını; durmadan hata, yüze gülme, hatır şinasilik ya da buna benzer hoş bir deliliğin verdiği tatlı rüyalarla karşılıklı olarak aldatmazlarsa, her biri az zamanda diğerine katlanılmaz gelir."



Delirmek...



Eğer bu eylemi yapabilirsem, sanki bu dünya artık bana fazla gelmeyecek, ya da sanki ben bu dünyaya fazla gelmeyecekmişim gibi hissediyorum. Ama her seferinde karşılaşma olasılığı olan o haksızlıklar, o sonsuz bekleyişler, o bitmek bilmez umutsuzluklar ve yaşamdan hiçbir şekilde zevk almama hissi beni sonu olmayan bir uçurumun sonuna doğru sürüklüyor...



Lyme Körfezi'ndeki uçurumlara benzetiyorum bu sonu olmayan ve benim kurtuluşum olabilecek olan uçurumu... Sonra, o uçurumun en derinliğinde kendi özümü, kendi benliğimi bulabileceğimi düşünüyorum, ama bunu yapabilmem içinde delirmiş olmam gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, bunca yalan ve sahte düşüncelerin olduğu, şu bana fazla gelen dünyada adı olmayan bir uçurumun en dip köşesinde kendimle baş başa kalma tutkusu; bu dünyadaki benim gibi olmayan insanların o hep en üste ulaşabilme isteklerine, bitmek bilmez hırslarına ve yaşamdaki amaçsız beklentilerine ters düşüyor.



Ters düşüyor, çünkü ben onlardan değilim, çünkü onlar benim gibi değiller... Aslında bu içine sığamadığım ya da beni fazlalık olan gören dünyada, hep bir şeyler bir şeylere ters düşüyor.



Peki siz hangisi olmak isterdiniz?



Bu dünyada kendinize bir alan yaratıp, hep yükselmeye çalışarak, haksızlık, bencillik ve karşılıksız duygular ve karşılıklı çıkarlar içinde ömrünüzü harcayıp, aslında ne için olduğunu bilmediğiniz halde hep bir yere ulaşmak için var gücünüzle çalışıp ve en sonunda bir yere vardığınızda, aslında istediğinizin bu olmadığını anladığınız halde, sanki istediğiniz, arzuladığınız ve hak ettiğinize inandığınız yerde sizin gibi olmadığınıza inandığınız varlıklarla kurulu bir düzen içinde yaşamayı sürdürmeyi mi; yoksa karşılaştığınız her adaletsizliğe, yalancılığa ve hayal kırıklığına isyan edip, sizden olmayan insanları kendi haline bırakıp, yine nereye gittiğinizi bilmeden, adını bile bilmediğiniz bir uçurumun en dibinde kendi dünyanızla, kendi öz benliğinizle baş başa kalmak mı isterdiniz?



Size bir fırsat verseler, aklı başında bir insan olarak, ilerlemeyi isteyip, aslında istemediğiniz ama size en uygun olduğuna inandığınız bir yere ulaştıktan sonra, kalabalık içinde yalnız kalmak pahasına, tüm ömrünüzü o en sonunda ulaştığınız yerde normal bir insan olarak, bu dünyaya fazla gelmeyen bir varlık olarak ve bu dünyanın size fazla gelmediğine inanan bir şahıs olarak yaşamayı mı tercih ederdiniz?



Yoksa, herkesten farklı olduğunuza inanarak, gerektiğinde tüm dünyayı karşınıza alabilecek kadar cesur, yalnız kaldığında en güçlü olabilen, hak edene hakkını verebilecek kadar zeki, umutsuzluklarla baş edebilecek kadar azimli ve istediğinizde yapmak istediğiniz her şeye ulaşabilecek kadar istekli; ama tüm bunların karşılığında kimsenin bilmediği, adsız bir uçurumun dibinde mi olmayı isterdiniz?



Sizler, başkaları ne düşünür bilmiyorum ama ben kesinlikle herkesin olduğu, bir çok kişinin olabileceği ya da isteyebileceği bir yerde olmak istemezdim.



Peki neresi o istediğim yer?



Hangi mistik mekan, hangi bilinmez, hangi ulaşılmaz, dokunulmaz yer burası? Buraya ulaşabilme imkanları yaratmak için ille delirmek mi gerekiyor?
Normal bir insanın vasıfları, istekleri ve idealleri bu yerin kurallarına ters mi düşüyor?



Bu soruların cevaplarını inanın bende bilmiyorum, hatta cevaplarını bulmaya çalışırken, biraz daha uğraşırsam delirebileceğimi düşünüyorum. Ama bunlar yetmiyor beni uçurumun dibine sürüklemeye...



Uçurumun dibine sürüklenmeyi istiyorum ve bu bile benim normal dışı davranışlar sergilediğimin göstergesidir, ama nedense bunu istesem de yapamıyorum.



Peki bu mu yaşamak? Bir şeyleri istediğin halde bir türlü yapamamak mı?



Ya da ne istediğini bilmeyip, bir yere vardıktan sonra , "tamam, burası olmam gereken yer" diye zoraki bir kabullenmeyle sıradan ve rutin bir hayat sürmeye teşebbüs etmek mi?



Yoksa çoğu değerlerin yok olduğu, haksızın haklıya zulmettiği, kötülerin kazanıp iyilerin kaybettiği, umutsuzluk ve özlemin her geçen gün daha da arttığı bu dünyada kendinizi fazlalık olarak hissetmek mi?



Yoksa, bir an için delirip, her şeye meydan okuyarak, bin bir zorlukla adını bile bilmediğiniz korkunç bir uçurumun dibinde kendi değerinizi ve özbenliğinizi fark ederek, herkesten farklı olduğunuzu hissederek ama yalnız kalarak çok absürd ve marjinal bir hayat sürmek mi?



Artık anladım, bu dünya beni kaldıramıyor, ya da ben bu dünyayı kaldıramıyorum. Bu eziklik, yenilmişlik, zayıflık değil...Mazoşistlikte değil...



Kendime zarar verdiğimi düşünmüyorum bu iç sıkıntılarımla, yeni farkına vardığım şu umutsuzluk, riyakarlık, haksızlık ve gereksizlik kavramlarıyla...



Bu kavramlar bana fazla gelen dünyanın içindeki, benden farklı olduğuna inandığım varlıklar sayesinde yerleşiyor benim iç dünyama, kalbime ve tüm yaşamıma...



Bana fazla gelen ya da benim fazla geldiğim bu dünyada hangi mistik, hangi bilinmez kuvvet benim kendi dünyama bu denli etki edebiliyor, beni bir uçurumun en dibinde olma tutkusuna itiyor ve beni herkesten farklı olduğumu gösteren inanca sebep vermeye cüret ediyor bilmiyorum ama, artık anladım, olmak istediğim yeri kendim belirlemeli ve bir an önce oraya gidebilecek kadar cesur, korkusuz ve azimli olmalıyım.



Tüm bunları yapabilmek için delirmek mi gerekiyor onu da bilmiyorum, çünkü henüz o aşamaya gelemedim, izin vermedi etrafımdaki boşluklar buna...



Ama biliyorum, benim olmam gereken yer o adını bilmediğim, kimsenin fark etmediği uçurumun en dip köşesi...



Ya sizin hak ettiğiniz yer gerçekten neresi?

çαηαк